∞ HİCANKA ∞

Cuma, Temmuz 14, 2006

İstanbul'da

1- 9 Temmuz tarihleri arasında İstanbul'daydım.
Gezi yazım ve çektiğim fotolardan üçü aşağıda.


       İlk gün Moda ve Kadıköy’ü gezdik. Bir zamanlar güzel evleriyle meşhur olan Moda şimdi de İstanbul’un en güzel semtlerinden. Ertesi gün yani Pazar günü adalara gitme gafletinde bulunduk. Gerçekten de adalara Pazar günü gitmek büyük bir ızdırapmış. Vapur o kadar kalabalıktı ki kendimi toplama kamplarına giden gemilerde gibi hissettim. Daha çok plaj olarak kullanılan Kınalı, Burgaz ve Heybeli Ada’yı geçip İstanbul’un güzelliği korunmuş yerlerinden Büyükada’ya vardık. İskeleye yakın olan tepede görülmesi gereken yapılardan biri olduğunu okumuştuk. Güç bela tepeye çıktığımızda, dünyanın sayılı ahşap binalarından biriyle karşı karşıyadık. Şimdi kendisi yetim olan Rum Yetimhanesi, 216 odalı muazzam bir ahşap yapıydı. Ada turunu tamamlayıp Eminönü’ne döndük. Sultanahmet’e yürüme mesafesindeki Ahırkapı’da kaldığımız için Akşamı Sultanahmet Meydanı’nda geçirdik. Ayasofya gece ayrı bir güzellikle selamlıyordu bizi. Ayın belirli günlerinde farklı dillerde yapılan Sultanahmet Camisi’ndeki ses ve ışık gösterisini seyredip geceyi tamamladık.
       Ertesi gün Mozaik Müzesi’ni, Türk İslam Eserleri Müzesi’ni ve Ayasofya’yı gezdik. Ayasofya bahçesinden baktığımızda oldukça bakımsız dursa da içerisine girdiğimizde heybetiyle cezp ediyordu.
       Sultan Ahmet Camisi’nde “kapri” model pantolonlu ve bezbol şapkalı bir gençle, uzun sakallı ve entarili ellili yaşlardaki adam, aynı safta yan yana namaz kılıyorlardı. Gördüğüm bu manzara, İstanbul’da çok kültürlülüğün hala egemen olduğunun bir göstergesiydi benim için.
       Topkapı Sarayı’nı ve Arkeoloji Müzesi’ni gezdik bir sonraki gün. Topkapı’daki Harem dairesinin ayrı bir ücret karşılığında ve yalnızca gruplar halinde gezilebilmesi gezimizi biraz sekteye uğratmıştı. Daha sonra Dolmabahçe’yi gezerken neden benzer uygulamanın burada yapılmadığını düşünecektim. Sarayı gezerken şimdiki müdürü İlber Ortaylı’nın Topkapı ile ilgili söyledikleri aklıma geliyordu.
       Çarşamba günü Beyazıt ve Süleymaniye’yi gezdik.
Beyazıt’taki sahaflar çarşısı beni hayal kırıklığına uğrattı. Giderken eski kitapları karıştırma ve belki de bazı kitapları bulup alma düşüncesiyle gitmiştim ancak KPSS vb. sınav hazırlık kitaplarıyla dolu eski kitapların olmadığı bir sahaflar çarşısını görünce şaşkınlıkla üzüntüyü bir arada yaşadım. Meydandaki Hat Müzesi için gezdiğim müzeler içinde en bakıma muhtaç olanı diyebilirim. Süleymaniye Camii’ne doğru yürürken kimisi restore edilmiş kimisi de sırasını bekleyen ahşap binalarla süslü dar sokaklardan geçiyorduk. Camiye vardığımızda dünyanın en güzel anıtlarından birisi Muhteşem Süleyman’ın Muhteşem Camisi duruyordu karşımızda. Sinan “kalfalık eserim” demiş ama herhalde birçok baş mimar böyle bir kalfalığı tercih ederdi. Süleymaniye ve diğer camilerin kararmış duvarlarını gördükçe Tarihi Yarımada’nın motorlu araç trağine kapatılması projesinin ne kadar yerinde bir karar olduğunu düşündüm.
       Miniaturk, Eyüp, Fener ve Balat’ı gezdik ertesi gün. Bir sonraki gün de Dolmabahçe, Beşiktaş ve Ortaköy’ü gezdik. Dolmabahçe’nin rehberler eşliğinde gezilmesi çok hoştu. Milli Saraylar Dairesi’ne bağlı olmanın avantajı mıdır nedir bilmem ama Dolmabahçe Topkapı’ya göre daha sistemli çalışıyordu. Bu arada neden bazı sarayların Kültür Bakanlığı’na bazılarının da Milli Saraylar dairesine bağlı olduğunu anlayamadım açıkçası.
       Cumartesi Beylerbey’i, Kandilli ve Çengelköy’ü gezdikten sonra Pazar günü Dede Efendi Evi’ni, Galata Mevlevihanesi’ni, Beyoğlu ve Yıldız Sarayı’nı gezdik Yıldız Sarayı Sahaflardan sonra yaşadığım ikinci hayal kırıklığı oldu. Dolmabahçe veya Beylerbeyi sarayı tarzında bir gezi beklerken küçücük bir müzeyi gezmişiz gibi oldu. Uzun yıllardır devam eden restore çalışmaları hala sürüyormuş.

Sanki biraz öksüz bir saraydı ki bir çok İstanbullu yerini bile bilmiyor. Son akşamda Salacak’ta Kız kulesi’ne karşı çay içerek dokuz günü tamamladık.
       Ertesi gün Moderniteyle tarihin harmanlandığı bir başka şehre, benim küçük İstanbul dediğim Bursa’ya geçtik iki günü orda geçirip İzmir’e döndük.
       İstanbul’u çirkinleştirmek için elli yıldır elimizden geleni yapmışız sanki ama hala çok güzel… İstanbul için söyleyeceğim son cümle; görgüsüzlüğün kollarında can çekişen asil şehir…