∞ HİCANKA ∞

Pazartesi, Şubat 27, 2006

Kendin olmak mı, farklı olmak mı?

       “Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin” diyordu bir şarkıda. Hep düşünmüşümdür bu kendin olmak ne ola ki? Farklı olmak mı daha değerli, yoksa kendin olmak mı? Genelde bulunduğumuz ortamlarda, faklı olmaya çalışırız. Çünkü “fark edilmek” varlığımızın bir nişanesidir. Farklı olduğumuzda geleceğe taşınacağımız, bir bakıma ölümsüzlüğü yakalayacağımız konusunda da genel bir inanış vardır. Nasıl farklı olunur o halde? Sadece azınlıkta kalmak fark edilmek için yeterli midir? Çoğunluktan biri olmayıp azınlıkta kalmayı tercih etmek, sadece bulunduğumuz dönemde fark edilmemizi sağlayabilir belki; ama çağlar sonrasına taşımaz bizi.
        Kendi zamanlarında söylediği sözler tarihin koridorlarında yankılananları düşünüyorum. Aristo mesela: Platonun tek öğrencisi değildi; ama diğerlerinden farklı oluşu onu bugünlere taşıdı. Taptuk Emre’nin onlarca belki de yüzlerce müridinden sadece Yunus’un ilahileri okunuyor bugün. Hindistan’ın kurtulması gerektiğini düşünen milyonlarca kişiden biriydi Gandhi; fakat çoğunluktan farklıydı. Aristo, Yunus Emre, Gandhi ve adını tarihe kazımış diğerleri… Şüphesiz ki çağdaşlarından farklıydılar. Bu kişiler farklı görünmek için mi uğraştılar, yoksa inandıkları doğruları yaşayıp “olduğun gibi görünmek”le mi yetindiler?
        Her canlı kendine özgüdür. Aynı ortamda büyüyen, aynı tür canlılar bile birbirlerinden çok farklı özellikler sergiler. Mesela bir patates tarlasında; aynı toprakta, aynı güneşe ve suya maruz kalmalarına rağmen her biri diğerlerinden farklı patatesler yetişir. Yahut ikiz kardeşleri düşünün, aynı anne babadan olmalarına, aynı zamanda ve ortamda büyümelerine rağmen çok farklı özellikler sergileyip birbirlerinden tamamen ayrı kişilikler olabilmekteler. Farklılık hayatın temelinde zaten var. Her insan başlı başına bir âlemdir. Aslında yapılması gereken iç âlemini keşfe çıkmak, kendinin farkına varmak, kendini tanımaktır. Yeterliliklerini ve eksik yanlarını görmek ve kendin olmaya çalışmaktır. Kendin olduğun zaman gerçek anlamda farklı olursun. Her birimiz, şahsımıza has özelliklerle donatılmışız, bunları fark edip en verimli şekilde kullanabildiğimizde kendimiz olmaya başlarız.
        Kendimizin ve başkalarının ayırt edici kişilik özelliklerini tanıdığımızda hayatımız daha da kolaylaşır. Hayat da tıpkı satranç gibi; taşların özelliklerini bilmeden, oyunu kazanmamız mümkün değil. Mesela, sınıfındaki öğrencilerin bireysel farklılıklarını fark eden bir öğretmen sınıfı daha kolay yönetir. Takım oyuncularının özelliklerini keşfeden antrenör daha etkili bir oyun kurabilir. İnsan ilişkilerinde de böyle. Etrafınızdakilerin farklı yanlarını keşfettiğinizde her birine yaklaşımınız da değişik olur ve iletişiminiz daha kaliteli hale gelir. Çoğu kere iyi niyetle başlayan bir diyalog, karşımızdakinin farklı olabileceğini unuttuğumuz yada bunu kabullenemediğimiz için çatışmaya dönüşmüyor mu? Kâinatta ne kadar farklılık varsa o kadar renk var demektir. Hayat tablosundaki renklerin armonisini görebilmektir mesele.

Pazar, Şubat 19, 2006

Âlimlik ariflikle güzel

       Bugün, bilgiye ulaşmak her zamankinden daha kolay ama toplumun ve insan ilişkilerinin kalitesi ise belki her zamankinden daha kötü durumda. Modernite öncesi, insanın ruh olgunluğuna verilen değer “Bilgi Toplumu”nda geri plana itildi. Sonuç insanlık açısından çökertici oldu. Ruhun olgunluğunun göstergesi olan , tevazu sevecenlik, dürüstlük, hoşgörü gibi hasletler görülmez oldu. Bunların yerini de aklını geliştirirken gönlünü unutup, gönülsüzleşen bireylerin, kendilerine birer hak olarak gördükleri, bencillik, kibir ve acımasızlık aldı. Artık çok mu geç bilmem ama, insanlar yitirdikleri değerlerin geri gelmesini istemeye başladı. Belki duyanlarınız olmuştur Unicef’in de desteklediği ve isteyen okulların uyguladığı “Yaşayan Değerler” adlı program okullarda, temel insani değerlerin eğitiminin verilmesini amaçlıyor.
        Artık âlimlik ve ariflik birbirinden tamamen ayrılmış durumda. Sözlüklerde âlimin karşılığında; “derin bilgi sahibi” diye yazar. Bir kimse gerekli eğitimleri alarak, akademik anlamda üst bir makama gelip sahasında söz sahibi olabilir, fakat aynı kişi, ham bir kişilikte olabilir. Bugün adının başında "prof" ünvanı bulunan insanların bazılarının, siyasi bir iktidar, yahut dünyalık mallar uğruna yaptıklarına bakınca demek istediğim daha iyi anlaşılıyor.
        Âlimlik ariflikle desteklendiği zaman değer bulur. Alimlik, yetkinliği, ariflik olgunluğu ifade eder. Alim “allame cihan” olma yolunda bilginin peşinde aklını geliştirirken, arif hikmeti yakalayarak ruhunu yüceltmeye çalışır. Ariflik “aklı selim” sahibi olmayı gerektirir ki kemale ermenin şartlarındandır.
     Âlim olmak huzurlu olmaya yetmez, hatta çoğu kere rahatsızlıkta verir. Günümüzün entelektüelleri sürekli şikâyet ediyor. Öyle ki ne kadar şikâyet ederseniz; sistemi ve etrafınızı ne kadar eleştirir yada aşağılarsanız o kadar entel oluyorsunuz. Âlim mutlu olamaz çünkü kainattaki dengeyi fark edemeyip herkesin kendisi gibi olmasını ister. Onun için kendisinden aşağıda olanlar hep bir stres kaynağı olur. Sokakta küfredenler, televizyonda gördükleri, hayatın içindeki çirkinlikler hep şikâyet konusudur. Oysa arif, mutlu kimsedir çünkü o ibret gözüyle bakıp, kâinatla uyum içinde yaşar. Hayatın kokuşmuş yanlarını fark eder ama kabul etmez. Bunları nasıl düzelteceğini düşünür. Çirkinliklere ve yanlışlara nefretle değil sevgiyle ve merhametle bakar çünkü bilir ki sevgi olgunlaşmanın temel şartıdır.
        Âlimin öğrenme kaynağı diğer âlimlerin söyledikleri yada yazdıklarıyla sınırlı iken, arif için bütün insanlar öğretmen, tüm kainat bir kitaptır. Arif âlim gibi hayata üstten bakma çabasında değildir. O hayatın içinde yaşar. Dilenciden, serserilerden, toprak, yağmurdan, denizden, ırmaktan, yeni doğmuş çocuktan bile bir şeyler öğrenir.
Âlimin kâinatı öğrenmeye ve anlamaya çalıştığı yerde, arif kendisini anlayarak kâinatı kavramaya çalışır. Çünkü o “kendini bilme” derdindedir.
        Dünyanın bütün dinleri ve öğretileri insanın kendi varlığının sırlarını çözerek olgunlaşmasını hedefler. Sokrates'in, Buda'nın, Uzakdoğu Dinleri'nin, Hz.İsa'nın ve İslamiyet’in telkinleri hep bu yöndedir
        IQ’nun tek başına bir şey ifade etmediği çağımızda EQ (Duygusal Zeka) ve SQ(Ruhsal Zeka) nun öneminden söz ediliyor. Modern dünya aklını ve ruhunu birlikte geliştirmiş kişileri: İnsan-ı kâmilleri arıyor.

Perşembe, Şubat 09, 2006

Kurtlar Vadisi ve Karikatürlere Tepkiler


        Dizi seyretmeyi sevmeyen birisi olarak Kurtlar Vadisi’ni de seyretmemiştim. Filmi hakkında çok konuşulunca, merak edip sinemaya gittim. İyi ki de gitmişim. Bu güne kadar yapılan en başaralı Türk Filmlerinden biri, belki de birincisi ki en azından teknik açıdan öyle. Seyrederken gerçekten çok para harcandığını fark edip, bu paraya deydiğini hissediyorsunuz. Babalarımızın, ağabeylerimizin zamanındaki “Kara Murat”, “Tarkan” filmlerindeki milli kahramanlık duygularının günümüzdeki yansımalarını yaşıyorsunuz. Filmin sonunda Malkoç oğlu’nun genlerine Rambo’nun yeteneğine sahip kahraman Polat’ın, adının özellikle Marshall olarak seçildiğini düşündüğüm, Amerikan komutanının kalbine sapladığı hançerle salonda alkışlar duyulmaya başlıyor. Filmin kötü adamı Sam Marshall’ın ağzından yakın tarihimizi sorgulattırıcı cümleler duyarken, Irak halkına yapılanları gördükçe içiniz acıyor. Bu kadar duygu yüklü sahneler izleyeceğimi tahmin etmemiştim açıkçası. Suriye’li Karizmatik aktör Hasan Mesud’un canlandırdığı Şeyh Halis Kerküki’nin konuşmaları derinden etkiliyor: Bir yandan hüzünlendirirken bir yandan düşündürüyor. Bu konuşmaları dinledikten birkaç gün sonra, Danimarka Basını’ndaki karikatürlere tepkilerin ayyuka çıkmasıyla beraber konuyla ilgili yazılarda oldukça fazlalaştı. Kimileri tepkileri fazla, kimileri az buldu. Bazıları da bunun önceden planlandığını, şimdi sadece nabız yoklandığını söyledi. Gene komplo teorileri türetildi. Yahudi oyunlarından, mason parmaklarından söz edildi. Hepsi de birer görüş nihayetinde. Doğru da olabilir, yanlışta. Özgürlük kavramı ele alındı özgürlüğün kapsamı tartışıldı. Danimarkalı gazeteciler akıllarınca Müslümanların tabularını yıkacaklardı. Bunu da basın özgürlüğünü kullanarak bir karikatürle başlatacaklardı. Eğer bu doğruysa, kitlelerin inançlarıyla dalga geçmenin ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu unutmuş olmalılar.

       Şüphesiz ki peygamberimizin karikatürünün yapılması çok çirkin ve tasvip edilmesi de mümkün değil. Kimsenin başkaların inançlarını aşağılamaya yada inançlarıyla dalga geçmeye hakkı yok. Peygamberimize yapılan hakarete tepki göstermenin en güzel yolu, peygamberimizin ahlakıyla olmalıdır. Şunu daha sık sormalıyız kendimize: O olsaydı nasıl yapardı? İslamiyet’i daha doğru yaşamak için hedef; hayata onun baktığı gibi bakmak, onun konuştuğu gibi konuşmak, onun davrandığı gibi davranmak, kısacası onun gibi yaşamak olmalıdır. Peygamberimize, hayatta iken de nice hakaretler edilmiş, nice psikolojik işkenceler yapılmıştı. Ama o bunlara nasıl tepki vermişti? Bunu irdelemek lazım. Edep tacını hiçbir zaman çıkarmaması gereken Müslüman, tepkilerinde de bunu unutmamalıdır. Hz. Muhammed’in sünnetine ters bir davranış, ona yapılan bir hakarete karşı bile olsa, eminim ki onu hakaretten daha fazla üzecektir. Peygamberimizin ahlakı Kuran’ın kendisiydi. Kuran’da der ki: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen en iyi olanla karşılık ver. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan sanki candan bir dostmuş gibi olur”(Fussilet-34)