∞ HİCANKA ∞

Perşembe, Ocak 26, 2006

Başlangıca varma derdi

       Kur’an’da anlatılır ki(Araf, 171-172) Allah dünya yaratılmadan önce ruhları yarattı. Orada(elest bezmi, elest meclisi) bütün ruhları bir araya toplayıp “Elestü bi-rabbiküm” Yani “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim” diye sordu. Ruhlarımız ise “Evet” anlamına gelebilecek pek çok kelime arasından “belâ”yı seçerek “Kalü: Belâ” (Dediler ki: Evet).
        Belâ aşkınlığın binlerce tecellisinden biridir. Belki de en belirginidir. Öyle ki aşk, belâ sağanak gibi yağarken ıslanmak için kendini dışarı atmaktır. Aşk ehli, dert ehlidir derler. Mevleviler birbirlerine “Allah derdini arttırsın” diye dua ederlermiş. Dert dilemek, garip gözükse de “Allah aşkını arttırsın” demek gibi bir şey bu. Öyle ya Mecnun’a göre Leyla derdinden daha tatlı bir şey yoktur herhalde. Aşk derdinin dermanı Niyazi Mısri’nin meşhur,
“Derman arardım derdime
Derdim bana derman imiş”
Beyitinde ifade ettiği gibi, derdin kendisidir. Böyle olunca derdin artmasını dilemek yapılabilecek en güzel dualardan biridir.
        İnsan bir an olsun dertsiz kalmaz. Kendi rızasıyla dertlenmediğinde ise bugün çoğumuzun yaşadığı gibi binlerce dert doldurur gönlünü. Rabbimize “Belâ” diyerek verdiğimiz sözü çoktan unutmuş, kendimize gururdan, ihtirastan, paradan, şehvetten ve hasetten yeni tanrılar edinmiş, onların dertleriyle dertlenmiş durumdayız. Sanki ömür altımızdan akıp giden bir nehir bizlerse nehrin akıntısında savrulan sandallarda gibiyiz. Nehrin suyu her geçen saniye, yeni tanrılarımızın attığı çöplerle daha da kirleniyor. En temiz hali ise suyun ilk çıkış yerinde. Öyleyse başlangıca varmalı, derdimiz bu olmalı. Bu dertle diğer dertleri unutup hayata bir başka gözle bakmalı. Başlangıca varmak için asılmalı küreklere, hem de öyle bir asılmalı ki akıntıya karşı koymalı. Zaman sevgiliye daha da yakınlaştırmalı.

Perşembe, Ocak 19, 2006

İzmir'i Yaşamak



       İnsanlar mı şehirleri kendine benzetir, yoksa şehirler mi insanları şekillendirir. Her iki soruya da evet denebilir. Ama nedense şehirlerin kendine has bir ruhu olduğunu düşünmüşümdür hep. Bazı şehirler vardır ki şehre girdiğinizde hissedersiniz özel havasını. Mesela İstanbul öyledir tarihle harmanlanan metropol keşmekeşi bir anda çeker sizi kendine ve bu atmosferde kaybedersiniz kendinizi. Yaşayan insanlar mı yoksa şehir mi anlamakta güçlük çekilir çoğu kere. İzmir’in böyle bir havası yoktur. Yaşadığınızı daha yoğun hissedersiniz. Bunun için olsa gerek, Attila İlhan “Düşünmekten çok yaşamaya müsait şehir” der İzmir için.
        İzmirli için "rahat insan" tanımlamasını yaparlar. Bir kıyı şehridir İzmir ve İzmirliler için deniz çok önemlidir. Öyle ki bunu en çok üniversite eğitimi veya askerlik gibi bir sebeple şehir dışına çıktıklarında fark ederler ve yüzme bilmeyenlerin bile en çok özlediği şeylerin başında deniz gelir. İzmir’e bir su ve taş medeniyeti hâkimdir. Şehrin birçok merkezi noktasında yüzeye çıkarılmamış çok sayıda Helenistik ve Roma dönemi eseri olduğu gibi bunların en görkemlilerini de Efes, Bergama ve Agora’da görebilirsiniz. Roma’dan kalma miras mıdır bilinmez ama bu taş ya da şimdi ki haliyle beton işi biraz fazla abartılmıştır. Kadife kale’den baktığınızda mükemmel körfez manzarasının yanında beton binaların dışında görebileceğiniz yeşil alan kültürpark dışında yok gibidir neredeyse.
        Anadolu’nun fiziki olarak en batı şehri olduğu gibi vaktiyle sayıları nüfusunun büyük bir kısmını oluşturan ve hala şehrin önemli işletmelerine sahip Levantenlerden midir anlaşılmaz ama kültürel anlamda da en batı şehridir. En yakınları Manisa’daki ledünni havayı yada Aydın’daki atmosferi bulmak güçtür İzmir’de. Hal böyle olunca sanki biraz sırtını Anadolu’ya dönmüş gibi durur.
        İstanbul’un hengamesini yada Ankara’nın düzenini de göremezsiniz İzmir’de. Bu nedenle büyük şehrin sıkıntısından yakınan İzmirliler İstanbul yada Ankara’yı gördükten sonra “büyük köy” tanımlamasını yaparlar yaşadıkları şehir için. İzmir’in bir anda tadına varmak zordur. Yavaş yavaş, sindire sindire yaşamanız gerekir. Eşref Paşa Pazaryeri’nin içindeki tarihi ipek yolundan kaldığı söylenen devasa taşlarla döşeli yoldan geçmeden, varyanttan Kemeraltı’na inip Kızlar ağası Hanı’nda boyozla birlikte çay içmeden, Asansör’den körfezi seyredip sahildeki palmiye ve okaliptüslerin yanından Saat Kulesi’ne yürümeden, Kordon’da gün batımında yemek yemeden, sonra da vapurla Karşıyaka’ya geçip şehrin ışıklarını bir de oradan seyretmeden zordur İzmir’in tadına varmanız. İzmir’de yaşasanız bile İzmir’i yaşamış sayılmazsınız.

Pazartesi, Ocak 16, 2006

Bir Kurban Yazısı...

       Bir kurban bayramı daha geride kaldı. Şöyle bir bakıyorum da canını vererek ibadetlerin en faziletlisini gerçekleştirmemizi sağladığı için kendisine minnet ve merhamet beslememiz gereken hayvancağızı, sanki görüldüğü yerde yok edilmesi gereken şerrin başını yakalamışçasına yere yatırıp bir ayağıyla kafasını bastırıp, adeta düşman hançerlercesine öldürenler, kurbanın ruhuna ne kadar uygun davranıyorlar.
        Adını yakınlaşma, yakınlık anlamlarına gelen “kurb” kelimesinden alan bu bayram bizleri ne kadar yakınlaştırdı acaba? Şah damarımızdan daha yakın olduğunu söyleyen yaratıcımıza yakın olmamızı engelleyen neyse onu kurban etmek gerekir aslında. Öldürülmesi gereken de, kestiğimiz hayvanların temsil ettiği, ruhumuzun yaklaşmasını engelleyen, kendi hayvani yönümüzdür. Etleri kanları ulaşmaz deniyor kitabımızda takvanın ulaşacağı, takvanın, bizi rabbimize yakınlaştıracağı söyleniyor. Hz. İsmail’in Allah’ın emrine uyup da bıçağın altına yatması gibi yaptığımız işlerimizde nefsimizin hoşuna gitmese bile, sırf rabbimin emridir düşüncesiyle onun isteğini yerine getirmektir önemli ve zor olan. Bu anlayışla yaşamaktır takva sahibi olmak.
        Kesilen kurbanlıkları gördükçe soruyorum kendime: Onlar yüce bir ibadetin yerine gelmesi için canlarını verdiler ya sen neyini verdin. Önünde bir set gibi duran kibrini mi? Ruhunun kanatlarını bağlayan enaniyeti mi? Gözyaşlarını kurutan gururunu mu? Hırsını mı? Hasedini mi? Şehvetini mi? Neyini verdin?