∞ HİCANKA ∞

Perşembe, Ekim 27, 2005

Dürtüler ve düşünceler

“Büyük suçlar, zaruri olanı değil de fazla olanı elde etmek için işlenir” demiş Aristo. Ne kadar da hayatın içinden bir söz. Demek ki o zamanlarda şimdi olduğu gibiymiş dünya. Belki dekor, oyuncular ve replikler farklı ama oyunun teması aynı ne de olsa…
Bazen düşünüyorum da kapkaçtan, sapkınlık derecesine varan cinayetlere, dünya üzerinde oynanan oyunlara kadar her şey insanın sahip olma güdüsüne bağlı. Amerikanın Irak işgali ve benzerleri bile bir grup açgözlülüğe yenik düşmüş insanın hep daha fazlasını elde etme mücadelesinden başka ne ki?
İnsanın, çoğu kere dürtüleri aklını örtüyor. Bunun bedelini ise bazen kendisi ödediği gibi bazen de yakınları ve hatta bulunduğu konuma göre, bütün insanlık ödüyor. İnsanın kendini tanıması hangi duygularını ve dürtülerini hangi mantık silsilesiyle kontrol edeceğini bilmesi erdemli insan olma yolunda çok önemli bir durak olsa gerek. İradeyi doğru zamanlarda doğru yerlerde kullanmalı. Çoğu kere ne yapması gerektiğini bilir insan kendi doğruları ve düşünceleri vardır ama yapamaz ve bir müddet sonra o doğrularda değişmeye başlar. Eğer düşünceler davranışları yönetememeye başlamışsa, davranışlar dürtülerin kontrolüne girer ve bir de bakarsınız ki, yaşadığınız gibi inanmaya başlamışsınız.
Düşünmek, inanmak, yaşamak ve bazen kendine rağmen kendin olmak…

KADER OYUNU(MU?)

“Ne yapalım, kader”
“Kader de bu da varmış”
“Kader utansın”

Gün içerisinde yukarıdaki cümleleri ya da benzerlerini ne çok duyuyoruz. Sahi nedir gerçekten kader? Acaba gerçekten her şey önceden yazılmışta biz sadece oynuyor muyuz? Öyleyse nedir suç ve ceza? Neden cennet ve cehennem var? Ne garip! Sınavı kaybedene de alkolden ölene de kader diyoruz.
Bir strateji oyunu düşünelim. Satranç mesela… Oyunun kuralları ve belli bir kural koyucusu var. Öyle bir oyun ki tasarımcısı her an her şeye müdahale edebiliyor. İstediği anda istediği oyuncuyu dışarı atabildiği gibi, bir oyuncunun hamlelerini, başka bir oyuncuya aşması gereken bir engel gibi gösterebiliyor. Ve bundan da oyuncuların hiç haberi olmuyor. Oyuncular ise istedikleri anda oyunun tasarımcısından kendilerine yol göstermesini isteyebiliyor.
Her hamlenin sonucunda meydana gelebilecek olasılıklar belli. Hamleleri seçmek ise bizim elimizde. Seçtiğimiz hamlelerin sonuçları istemediğimiz gibi çıktığında oyunun kurallarını bahane etmek biraz cahilce bir tutum gibi geliyor bana…
Hayatta böyle gerçekten… Kaderi programlayan, aklın alamayacağı kadar müthiş bir dengeyle belirlemiş kuralları ve sonuçları, oyna diyor adeta bize… Ve oynuyoruz bizlerde.
Başımıza gelebilecekler belli aslında ama onları seçmek bizim elimizde. İstemediğimiz bir olay yaşadığımızda hemen kadere bağlamak hiçte mantıklı ve dürüstçe gelmiyor bana.
İnsanlar adil olmayı yaratıcıdan öğrenmişlerdir. Yaratılanların sınıflandırılıp, cezalandırılacakların ve mükâfatlandırılacakların önceden belli olması onun adil sıfatına aykırı olmalı… Hem öyleyse neden Kuran “İnsan için çalıştığından başkası yoktur” desin ki. Neden çalışmak bu kadar önemli olsun ki!
Önce düşünceyle başlıyor her şey, düşüncelerimiz davranışlarımız, davranışlarımız karakterimiz, karakterimiz ise kaderimiz oluyor bekli de.

Bu yazı önce arayanlarbulamaz.blogspot.com adresinde yayınlanmıştır.

Çarşamba, Ekim 19, 2005

Büyük Oyuncaklar

Elinden oyuncağı alınan bir çocuk nasıl da ağlar. Bizlere komik ya da değersiz görünen bir şey için nasıl kavga ederler. Hatta bazen eve gelen misafirlerin çocukları giderken yanlarında birkaç oyuncak götürmek isterler. Tabii ev sahibi çocuk hemen direnişe geçer. Anne babalar ise hemen “ Aa.. ne ayıp kardeşle paylasana çocuğum” tarzı diyaloglara girerler. Oysa çocuğun sahip olduğu tek şey oyuncaklarıdır. O anne babalara sormak isterdim; acaba sizler sahip olduğunuz buzdolabını, televizyonu ya da arabanızı “kardeş” le paylaşır mısınız?
Çocuklar belli dönemlerde belli oyuncaklara sahip olmak isterler mesela beş yaşındaki arabası on yaşında önemsizdir artık. Her yaşın kendine özgü merakları ve oyuncakları var. Aslında yetişkin olunca da bu durum sürüyor. Bazen etrafımdaki yaşlılara bakıyorum da bizim neredeyse hayatın merkezine koyduğumuz birçok şey onlar için önemsiz olmuş.
Çocukken arkadaşınızda görüp de çok beğendiğiniz, hayallerinizi süsleyen bir oyuncak olmuştur mutlaka. Hatta bu hayaller günlerce yada aylarca sürmüş olabilir. Bazen bizler de Sahip olduklarımız yanında bir de birilerinde görüp adına eşya dediğimiz oyuncaklar için zihnimizi ve gönlümüzü harcıyoruz. Sahip olunanlara gönül harcamanın ötesinde sahip olmadıklarımıza harcamak daha da bir erdemsizlik gibi geliyor bana.
Fazla uzattım gene… En iyisi sözü ehline bırakmak.

“Dünya hayatı deniz gibidir. Sen ise sandal gibisin.
Sandal denizde yüzer. Eğer ki sandal delinir de
İçine su almaya başlar işte o zaman batar.”
Mevlana

“İnsanlar ne garip önce para için sağlıklarını,
sonra da sağlıkları için paralarını harcıyor.”
Goethe

Cumartesi, Ekim 15, 2005

"Bu da Geçer Yahu"

Bir gün saray çalışanlarından biri, büyük bir suç işler ve sultanın huzuruna çıkarılır. Sultan kendisini bir şartla affedeceğini söyler. Ve ekler "Bana öyle birşey bul ki, aynı şey hem dertlileri dertsiz kılsın hem de dertsizleri dertli kılsın" Affedileceğini duyan adam sevinçle yollara düşer. Bilgelere sorar, kitaplarda arar, bir türlü bulamaz. Bir gün birilerine sorarken, meczub bir derviş duyar bunu ve "Bu da geçer yahu" diye bağırır adama, "git sultana bunu söyle, istediği cevap budur" der. Adam hemen saraya çıkar ve sultana "bu da geçer ya hu" deyip canını kurtarır.

Bazen öyle boğuluruz ki hüzne daha kötüsünü düşünemeyiz bile, bazen öyle seviniriz ki, hani şu zafer sarhoşluğu dedikleri şey, sanırız ki hep böyle gidecek. Oysa kainatta her şey zıttıyla beraber yaratılmıştır. Bilinen en küçük parçadan tutun da uzayın derinliklerine kadar. İnsanın duyguları da böyle. Her şey zıttıyla var. Bazen biri çıkar öne bazen diğeri...
Mutluluk...
Mutluyum derken gerçekten ne kadar da mutluyuzdur? Yada yaşanılan gerçek bir mutluluk halimidir. Eğer gerçekse neden yok olup olup tekrar dirilir.
Acaba mutluluğu değil de hakikati mi aramak gerekir. Yoksa gerçek mutluluk hakikatin içindemi gizlidir.? Hani şu "Kahrın da hoş lütfun da hoş" anlayışı. Burda sözü edilen mutluluk nasıl bir mutluluk?
"Bu da Geçer Yahu"

Hüzün...

Bazen dökülen bir yaprakta çıkarsın karşıma, bazen batan güneşle doğarsın.
Bazen ağlayan bir çocuktan bakarsın bana, bazen bir ney sesinde duyarım seni...
Kimi zaman yaz yağmuru gibi gelir geçersin. Kimi zaman büyük gürültülerle fırtınalar koparırsın. Ve bir kaç damla gözyaşı akar sevgileye sel olup akmak için...

Çarşamba, Ekim 12, 2005

Göç

Hayat denilen şey göçten ibaret.İnsanoğlu göç eder her gün ,her saat,her saniye bir sonrakine...Sanki bir yürüyüş gibi atılan her adımda bir öncekini terk ediş var. Göç demek terk ediş demektir aslında. Çocukluğun sevgileri gençlikte, gençliğin heyecanları yaşlılıkta terk edilir. Ve sonunda hepsini terk ettiren büyük göç... Her insan farkındadır bu gerçeğin. Farkındadır ama kabullenemez asla. Terk edeceğini bile bile elde etmek için çırpınır. Terk etmekten hoşlanmaz insanoğlu vazgeçmek kolay değildir çünkü. Onca uğraştan sonra bırakmak, hele hele sevgiliden ve sevgilerden vazgeçmek hiç kolay değildir. Ama sonunda terk ediş var ; hayatın değişmez kuralı bu... Zaman ilerledikçe insan büyük terk edişe yaklaşır ve o nispette de sevdiklerine soğur. Öyle bir sevgili olmalı ki zamanın akması ondan uzaklaştırmamalı aksine O'na yaklaştırmalı ve hiç bir şey ama hiç bir şey O'ndan koparmamalı O'ndan başka her şeyi terk ettiren ölüm bile...

Salı, Ekim 11, 2005

"Bilgi Toplumu"

Günümüz "bilgi toplumu" nun bir hastalığı olduğunu düşünüyorum: bilmek ama olmamak hastalığı.
Bu gün istediğimiz bir konuda hemen bilgi sahibi olabiliyor, yada yaşadığımız bir soruna bir çok çözüm bulabiliyoruz ama gerçekten sorunlarımızı ne kadar çözebiliyoruz?
İletişimle ilgili bir çok kitap okuyup seminerler alan ama etrafındakileri kırıp geçirenlerin sayısı hiç az değil. Liderlikle ilgili bir yığın eğitim almasına rağmen temel ilkeleri bile uygulayamayan yöneticilerin sayısı her geçen gün artıyor. Bugün bir konuda eğitim almaya karar verdiğinizde ve bunu bir arkadaşınızla paylaştığınızda "gerek yok ben aldım sana anlatayım" cümlesini çok sık duyabiliyorsunuz.
Çok çeşitli konularda çok çeşitli bilgiler edinebiliriz. Ama asıl önemli olan bizim bunları ne kadar yaşayabildiğimiz, güncel deyişiyle ne kadar içselleştirdiğimizdir. Daha da önemlisi kendimizi ne kadar tanıdığımız ve nereye varmak istediğimizdir. Eğer neyere varacağınızı bilmiyorsanız hangi yoldan gittiğinizin bir anlamı olmayacaktır. Eğer önemli olanı bilinçli bir şekilde seçmiyorsanız önemsiz olana bilinçsizce bağlanırsınız. Yani düşündüğünüz gibi yaşamıyorsanız yaşadığınız gibi düşünmeye başlarsınız!
Belki de yapılması gereken bilgi sahibi olmaya değil hikmet sahibi olamaya çalışmaktır.

Pazar, Ekim 09, 2005

Toprağın Armağanı


Baharın müjdecisi kardelen, ıssız yerlerde açan zambak, karanfil, menekşe ve diğerleri.... Bugüne kadar hiç biri gülün tahtına oturamamıştır. İnsanoğlu neden güle bu kadar önem verir? Neden diğerleri değilde gül? Gülü ayrıcalıklı kılan; kokusu mu, güzelliği mi yoksa dikenleri mi?Gülü farklı kılan; barındırdığı tezatların eşsiz uyumudur. Bu uyum sayesinde, hayatın özünü, insanlığın bengisuyunu yani aşkı anlatır. Aşk: mutluluk ve acının bir arada bulunması bunu gülden daha güzel ne anlatabilir ki.
Hani bazen görürüz ya... yaprakları dökülmeye başlayan ama dikenleri sapasağlam kalan güller vardır. Her ne kadar bazıları için güzelliğini yitirmiş olsada, onlar benim için hâlâ güzel hâlâ değerlidir. Her zaman olduğu gibi bu hâlleriyle aşkı anlatırlar ama bu kez herkese değil bu halini de önceki kadar beğenenlere, yani gülle dikeni ayırtetmeyip kahrın da hoş lütfun da hoş diyebilenlere yani gerçek aşıklara... gerçek aşkı anlatırlar.
Gül nazlıdır, güzelliği nazında saklıdır. Bülbül için en büyük saadet gül için ötmektir. Belki de o, güle değil gülde gördüğüne aşıktır.
Gülün güzelliği nerden kaynaklanır derseniz, topraktan derim. İnsanoğlu toprağı kirletir ama o, yine de onlara güller sunar.
Toprak olmak istiyorum, gül tohumu gibi önce toprakta yok olmak sonra da ortaya çıkan eşsiz güzelliği taliplerine sunmak...

Denizden öte

Denizi seyrediyorum.
İlk önce, anlamsız, büyük bir su kütlesinden başka bir şey görünmüyor.
Öyleyse önce sudan başlamalı. Yanıcı ve yakıcı maddelerin birleşmesinden ibarettit su. Tıpkı aşık ve maşuğun birleşmesi, vuslat gibi. İşte Rahmet diyorum kendi kendime, boşuna rahmet dememişler suya...
Denizi seyrediyorum,
Kimi zaman hırçın, kimi zaman durgun,
Aşık bir gönlün söylediği söz gibi...
Dertli bir neyzenin nefesi gibi...
Sonsuzluğa uzanan bir bakış gibi...
Aşk gibi...
Denizi seyrediyorum.
Güneş çoktan batmış. Uzaklarda bir kaç geminin ışığı yansıyor. Deniz koyu bir karanlığa bürünmüş. Gözlerim bu karanlığa dalarken ruhum başka denizlere açılıyor. Sonra içimden bağırmak geliyor; "Ey deniz! Al beni içine bir zerre olmak istoyorum sende zerreliğin sırrını anlayarak..." Ama olmuyor. Ya deli derlerse... Varsın desinler, ne söylerse söylesinler. Denize düştükten sonra aklın ne önemi var ki!
Akıl; suyu hapseden bir testi gibi...
Testileri kırabilirsek, su denize giden yolu zaten bulacaktır. Birkaç damla gözyaşı testileri kırmaya yeter mi acaba?
Bir kaç damla gözyaşı...
Başlangıçtaki gibi,
Dünyaya geldiğim anda akıttığım gözyaşları gibi,
Saf ve temiz, kin ve nefretten uzak, dünya sevgisini tatmamış...
Bir kaç damla gözyaşı,
O gözyaşlarının her bir damlasında deryalar gizli,
O hali yakalayabilmek,
Yani başlangıca varabilmek asıl hedef bu olsa gerek...

Cumartesi, Ekim 01, 2005

Hicanka

Yüzyıllar önce ne güzel de söylemiş Shakespeare "olmak yada olmamak işte bütün mesele bu ..." derken. Bin yıllar önce de söyleyenler vardı mutlaka...
Adem varlığını anlamaya çalışmış olmalıydı. Belki yeryüzündeki son insan da anlamaya çalışacaktı. Ama gerçekten neyini ne kadar kavrayacaktı, rüyadan daha gerçek olduğunu bile iddia edemediğimiz bir hayatın. İnsanın bütün gayreti var omak için değil miydi? Önce aile de başlayan sonra okul ve iş hayatıyla devam edip her an gösterilen çabalar daha iyisi, daha iyisi çırpınışları varlığımızı yada var olduğuna inandığımız benliğimizi daha da güçlendirmek için değil miydi?
Bütün mesele buydu hakikaten: olmak yada ...
"Hicanka" nın anlamı da buydu hiçlik düşüncesinin içine doğu efsanelerinin aranılan ama bir türklü bulunamayan ankasının katılmasıyla oluşmuştu.